Günlerdir zihnimden elime tek kelime düşmedi. Sustum, durdum, dizlerimi karnıma çekip oturdum. Başımı ellerimin arasına aldım ağladım. Aynaya bakmadım, konuşmadım…
Bilinçli bir yalnızlığın içinde kendimle karşılaşmaktan korktum, kaçtım. Biliyordum aslında kaçmanın, susmanın, korkmanın ne demek olduğunu ama bu kez başkaydı… Çok iyi performans sergilediğinizi düşünürken işten kovulursunuz, çok sağlıklı olduğunu düşündüğünüz biri aniden hayata veda eder, güneşe bakıp içinizi ısıtırken bir anda yağmur ya işte öyleydi bu kez…
Kalbim birinci dereceden yanıklarla kıvranırken sığınabilecek bir liman aradım. Bir sabah uyandım, gitmek istedim ama utandım. İkinci sabah uyandığımda kendimi sadece onun yanında 'iyi' hissedebileceğimi bilmenin eminliğiyle yollara düştüm.
Her adımda ayaklarımın yerin dibine geçtiğini hissettim. Bana bu kadar yakın olmasına rağmen ona uzak duruyor olmama kızdım. Yol boyunca düşündüm. Nasıl oluyor da sarıp sarmalandığım kucağı unutabildim diye kendime öfke kusuyordum.
Gerçekle yüzleşmek ağır gelse de yanına kadar gittim. Varlığının gerçek olmasını dileyerek soğuk mermerin kenarın oturdum. Yağmur gibi aktı gözyaşlarım. Ne için ağladığımı unutup konuşmaya başladım. Kendimi anlattım, içimin sırlarını döktüm…
Dokundum. 'Tutunacak bir dalım yok baba' dedim.
Çat diye bir ağaç dalı düştü önüme… Şaşırdım, gülümsedim… 'Babam' dedim 'babam'...
Fiziksel olarak burada olmasa da ruhuyla yanımda olduğunu, küçük kızını izlediğini hissettim her hücremde…
Ondan gelen ağaç dalını aldım elime, garip bir sızıyla eve doğru yürümeye başladım. Hafiflemiştim sanki üzerimdeki katran karası yük kalkıp gitmişti… Tutunacak bir dalım vardı artık, babamın elleri vardı bana uzanan… Uzaklaşmayan ama hep yanımda duran babamın elleri…