Akşamlar hep hüzün verir bana... Bir günün daha geçtiğini vurguladığı için olsa gerek... Akşam olunca... Gece güne hâkim kılınınca... Kelimelerle ifade edemeyeceğim duygular sarar içimi... Siyah bir örtünün her tarafı bürüdüğü vakitlerde, etrafta ne varsa gözüme çarpan, ışığın kendilerine kazandırdığı cazibeden soyundukları için, daha saf, daha bir sade görünürler gözüme... Kendileri olarak... Sadece ve sadece... Kendileri olarak... Riyadan arınmış, fazla yüzlerinden sıyrılmış olarak...
Evler bir başkadır bu saatlerde, insanlar bir başka... Ağaçlar... Kuşlar... Caddeler... Sokaklar... Kısacası her şey... Ama her şey bir başkadır bu saatlerde...
Ve hepsi de, değişik birer hüznün temsilcisidirler benim nazarımda... Hele de, bu sözünü ettiklerim, geçmişin zorla ayakta kalmış birer numûnesi iseler... İşte o zaman... Evet... İşte o zaman, kat be kat olur, büyüdükçe büyür içimdeki hüzün onlara baktıkça...
Bu arada, gitgide büyüyen bir başka his daha vardır içimde... Yalnızlık hissi... Çeşitli renkteki ampullerden süzülen ışıklarla aydınlatılmış caddeler, sokaklar, evler... Buralar, geceleri bile, adeta insan kalabalığından geçilmeyen yerler olsa da, yine de terk etmez yalnızlık hissi içimi... Kalabalıklar ortasında yapayalnız hissederim kendimi...
Bir şey gelir aklıma... Gecenin bu vaktinde, saatte belki de bir insanın bile geçmediği, ıssızlığın kol gezdiği, terkedilmişlik hissiyle üzgün mekânlar... Ve bir soru gelir aklıma: Buraları bırakıp, kendilerine başka yerler edinenler, acaba, gittikleri o yerler de daha mı mutlular?..
Belki, daha fazla lüks içinde yaşıyorlar... Suları günün her saatinde akıyor. Elektrik kesintileri daha az belki... Daha ışıltılı odalarda oturuyorlar geçmişe göre... Odun, kömür sıkıntısından kurtulmuşlar, kaloriferle ısınıyorlar. Yepyeni eşyalarla tıka basa dolu odalarında, televizyonun karşısına kurulup, dünyayı seyrediyorlar. Yedikleri, içtikleri, giydikleri daha bir alımlı, daha bir güzel, daha bir çekici... Ve tabii ki maddî anlamda, eskiye göre, daha iyi bir durumdadırlar...
Fakat, terk ettikleri evlerden, sokaklardan, şimdi bulundukları yerlere taşıyamadıkları ya da bunu yapmakta zorlandıkları bir şey var ki... Karşılığını para olarak ifade etmek mümkün değil... Adına sevgi derler... Komşuluk onun içinde... Saygı onun için de... Fedakârlık onun içinde... Sıcacık bir selâmlaşma... İçten gelen bir merhaba onun içinde... Dara düşüldüğünde veyahut hastalanıldığında, imkânlar nispetinde yardıma koşma, el uzatma onun için de...
Belki paraları çok değildi böylelerinin ama... Yürekleri büyük, yürekleri kocamandı. Ve o kocaman yürekler; sevgiyle, saygıyla, hoşgörüyle, insanlıkla doluydu.
Günümüzde ise, yürekler giderek küçülüyor... Ve tabii sevgiler de... Sevgisizlik artık toplumun ortak derdi... Ne
farkında olan var bu durumun... Ve ne de, farkında olmak isteyen... Gitti gidiyor diye arkasından üzülüp, dertlenen... Gün gün azalışından ötürü gözyaşı döken...
Çünkü sevginin kaynağından her gün, her saat biraz daha uzaklaşıyor insanoğlu... Birbirinin kuyusunu kazma işiyle sürekli meşgulken, tek ve vazgeçilmez amaçlarını gözden ırak tutmuyor hiç... Daha fazla kazanmak... Daha fazla üretmek... Ve daha fazla tüketmek..
Halbuki istediklerini elde ettikçe hepten doyumsuzlaşıyor. Susuzluğu artırıyor ve doyumsuzluğunu yenmek için elde ettiklerinden çok daha fazlasını istiyor. Yenebiliyor mu? Cevabın 'evet' olmadığını biliyoruz.
Geçenlerde birinden dinledim:
' Bir tanıdığı, eski bir alışkanlık olarak, yoldan geçen birine selâm vermiş. Adam karşılığı şu olmuş:
-Tanışıyor muyuz? '
Evet... Selâm vermek için bile, artık tanışmış olmak gerekli...
İçimiz acıyla da dolsa, 'Sevgiler düşlerde mi kaldı?' sorusunu sormak zorundayız kendimize...