Bu toprakların geneli hiçbir vakit verimli olmamıştı. Yıllar yılı on dönüm
toprak, otuz ölçekten fazla vermiyordu. Ama yine de bu toprakları
ekiyorlardı. Böyle gelmiş, öyle gidiyordu. Dedeleri, dedelerinin de
dedeleri böyle ekmişlerdi. Haram votka ancak çavdardan çekiliyordu.
Çavdarlar tarlalarda burcu burcu kokarak olgunlaşıyordu. Esmer yanaklı
dilberler çavdardan ev işi votkalar yaparlardı. Pınardan kaynayan su
mudur, votka mıdır ayrıt edilmezdi. Güzün köyler, nahiye merkezleri
körkütük sarhoşluğa gömülüyordu.
İçini bir acı kemiriyor, kaslarında tarifsiz bir yorgunluk hissediyordu.
Havaya sinmiş, ince öğütülmüş çavdar kokusunu içine çekti. Aldırış bile
etmeden, tepeye kadar yürüdü. Düşünceleri geçmişlere kadar uzanıyordu.
Mezarlığın dışında, kardeşin kardeşi yargıladığı günlerde, kurşuna
dizilenlerin, asılanların sayısını bilen yoktu. Derinliklerinde
gözyaşlarını saklayan, topraklarında çiçekten çok genç dulların yaşadığı
kutsal ırmak; hala akmaya devam ediyordu. Suyun çıkardığı hıçkırıkları
dinliyordu. Güneş durmadan bulutun arkasına gizleniyor, yeniden çıkıyordu.
Akarak geçen bulut kümelerinin gölgeleri bozkırlara düşüyordu. Keder
yüreğini kabartınca, yanaklarından akan gözyaşları tenini yakıyordu. Esen
rüzgar, gözyaşlarını kurutmaya yetmiyordu.
Güneş batarken, sular leylak rengine bürünüyordu. İki genç kız yan yana
pınardan doldurdukları su dolu kovalarıyla evlerine dönüyorlardı. Avlu
önüne oturmuş iki kadın ellerinde yün eğiriyorlardı. Bu yıl güz erken
gelmişti. Rüzgar, sararmış kavak yapraklarını sürüklüyor, yabani otları
karıştırıyordu. Biliyordu ki, birazdan gece bozkırların üzerine
kanatlarını gerecek, ortalığı süt rengi bir pus kaplayacaktı. Ufukta
görünürde hala kimsecikler yoktu. Gündüzleri onun hasretini çekiyor,
geceleri onun için gözyaşları döküyordu. Umutsuzca kalktı. Ağır aksak,
gönülsüz eve dönüyordu. “Kadıncağız oğlunun hasretiyle eridi, bitti. O
gelemeyecek ama onu hala gelir diye ümitle beklemeye devam ediyor zavallı”
diye söylenmelerine aldırmıyordu. Geçen giden günlere aldırış bile
etmiyordu.
…
Koyu bir karanlık, vişne ağaçları arasına sokuluyordu. Kuzeyden esen
rüzgar, kuş başı kar taneleri atıştırmaya başladığı bir gündü. Kocası
gecenin ilerleyen saatlerinde eve dönerken; yolda kaza geçirmiş bir
yabancıyı getirmişti. Perişan durumdaydı. Onun yaralarındaki kanları silip
temizlemişlerdi. Donmaya yüz tutan vücudunda yaşamdan nerdeyse bir eser
bile yoktu. Ölüden farksızdı. Onu uzun bir süre ovdular. Yaşam varsa ani
sıcak onu felç edebilirdi. Uzun bir süredir, onunla uğraşıyorlardı. Kendi
evlatlarından farksızmışçasına onu hayata döndürmek için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Gerekli pansumanları yapmışlar, kanayan yerleri sarmışlardı.
İçlerinden onun kurtulması ve kendilerine bağışlaması için Allah”a
yakarıyorlardı. Tertemiz bir oğlana benziyordu. Esmerdi ama yüzü bu güne
kadar gördükleri yüzlerden çok farklıydı. Adam karısına baktı. Kadının
gözlerinden akan yaşlar yanaklarından göğüsleri üzerine dökülüyordu.
Yüreği, mayıs yağmurundan sonraki çavdar gibi büyüyordu. Boğazı
gözyaşlarıyla düğümlendi. Kalbi sıkışıyordu. Adam:
“Galiba artık yaşamıyor.”
“Bir hekim çağırsan…” dedi.
“Bu saatte… Kar yolları kapamıştır.”
“Ölürse, yazık olacak…”
Aradan saatler geçtikçe umutları azalıyordu. Kadın yabancının başından
ayrılamıyordu. Bir ana şefkatiyle onun için ağlıyordu. Bu arada sabahı
etmişlerdi. Kar yağmaya devam ediyordu. Etraf tamamen beyaza bürünmüş, yer
gök birleşmişti sanki.
O arada arda kapı çalındı. Birbirilerine baktılar. Kimseyi
beklemiyorlardı. Merakla kapıyı açınca; kar da soğukla beraber içeriye
doluverdi. Gelen komşu kadın ile kızları Ayyüce’ydi. Komşu kadın :
“Yahu komşu, Neyiniz var? Sabaha kadar ışıklarınız sönmedi.”
Kadın başıyla hareketsiz yatan yabancıyı gösterdi. O yöne baktı. Bir
ölüden farksız biri yatıyordu. Ona yaklaştı. Elini tuttu. Eli soğuktu.
Nabzının atıp atmadığını anlayamadı. “Yazık. Ölmüş mü” Yeniden baktı.
Ayyüce, genç adamın elini avucuna alarak sıktı. Bir süre kendinden ona
hayat veriyor gibi tuttu. O da annesi gibi onun yaşaması için içinden dua
ve dileklerde bulundu. Adamın zayıfta olsa nabzının attığını fark etti.
“Bu yaşıyor, ölmemiş” dedi. Onun olumlu enerjisi mi, sevgisi mi genç adamı
hayata döndürdüğünü anlayamadılar. Kadın yeniden bulmuş gibi sevindi.
Eğilip ona baktı. Evet o yaşıyordu...
Günlerce ayıkmadan yatmıştı. Ona şifalı otlardan merhemler yapmıştı.
Ayyüce gönüllü hemşire gibi çalışmıştı. Zamanın çoğunu onun yanında, ona
yardım ve izlemekle geçiyordu. Balla sütü karıştırarak, ağzına damlatarak
içiriyordu.
…
Yatağın başucunda uykusuz geçen gecelerden dolayı, kadın her geçen gün
biraz daha kuruyordu. Ayyüce’nin yardımlarını takdir ederken; diğer yandan
da kıskanıyordu onu. Bir kazayla gelen konuğu kaybetmeyi asla düşünmek
istemiyordu. Sessizlik gözle görülmez dantelden ağlar örüyordu. Çakır
ayazlı gecelerde; ay pencereden kederini gözetliyor, bir ananın özlemini
seyretmekten zevk alıyordu. Hayat, delikanlıya ağır ve istemeye istemeye
geri dönüyordu. İki hafta geçtiği halde, gözlerini yeni açmıştı. Başı
yastıktaydı. Güçlükle bakındı. Kadın :
“Şükürler olsun yaşıyorsunuz” diyordu.
“Neredeyim ben?”
“….”
“Kimsiniz? Nerelisiniz?” diye sormak istediyse de sormaktan vazgeçti. Kim
veya nereli olduğunun ne önemi vardı. Kurtulmuş ve yaşıyordu ya.. Bu
yetmez miydi? Genç adam gözleriyle kadına baktı.
“O kimdi?”
“O dediğin kim?”
“Bir kız… Beni kurtaran…”
“Besbelli rüya görmüşsünüz.”
“Bilmiyorum rüya mıydı, gerçek mi? Uçurumdan yuvarlanıyordum. Son anda bir
ay yüzlü kız, eliyle elimden tuttu ve o beni kurtardı.
...
Her geçen gün biraz daha iyileşiyordu. Ay yüce, yakınlığını ve sevgisini
esirgememişti. Bir ara : “Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir
dostu olmalı insanın... "Nereden çıktın bu vakitte" demeyecek. Bir gece
yarısı telaşla yataktan fırladığında; "Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli
sormadan, söylemeden anlamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden,
mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında. Sen, her
daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik
gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni
güvenli kolları... Dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna
merhem olmalı... En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp
gösterebilmelisin. Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz... Onca
dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış
anlaşılmayacağını bilmeli. Alkışlandığında değil sadece, asıl
yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli... Övmeli alem içinde, baş
başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde
de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, "hak ettim" diyebilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; Seni senden iyi bilen, sana senden
çok güvenen bir sırdaş... Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı
sezebilmelisin. Ve sen ağladığında, onun gözlerinden yaş gelmeli...” gibi
sözler söylemişti.Bir şeyler sezse de bir şeyler söylememeye kararlıydı.
Yaşlı kadın:
“Buralarda ne arıyordunuz?”
“…”
“Ailen yok mu?”
“Gökteki yıldızlar kadar yalnızım.”
“Madem ailen yok, bizimle kal. Bir oğlumuz vardı. Ama ondan iki yıldan
beri haber alamadık. Karı koca körebe oynuyoruz. Gerçi bizim kanımızı
taşımıyorsun. Bizimle kal. Seninle ekmeğimizi taştan çıkartırız.
Topraklarımız verimlidir, cömerttir. Biz yaşayacağımız kadar yaşadık.
Çiftlik senin olur. Bizi bırakıp gitme…”
“Yanınızda seve seve kalırım ama…”
“Ama ne!...”
“Yapmam gereken bir görevim vardı.”
“Tamamen düzelmen aylar alır.”
“Tamam sizinle kalıyorum. Allah Kerim…”
“Belki temelli kalırsın…”
…
Günler bahara gebeydi. Buzlar kurt yemiş gibi göz göz olmuştu. Güneşin
yıkadığı sel sularıyla oluşan göllerde ayna gibi parlıyordu. Rüzgar
çiçeklerin insanı büyüleyen kokularıyla yüklü esiyordu. Yabani elma
ağaçlarının dökülen çiçekleri yerleri kaplamıştı. Ebe gümeci, kuzu kulağı,
sarı sığır kuyrukları yeşermeye başlamıştı. Bir gün yabancı adama benzeyen
iki adam geldi. Yol kenarında konuştular. Birlikte eve geldiler. Kadına
dönerek :
“Beni çağırıyorlar. Şu anda gitmem gerek ama mutlaka geri döneceğim.”
dedi.
Kadının beklediği an gelip çatmıştı. Gözyaşlarını tutamıyordu. “Bilmelisin ki bizim güneşimiz oldun. Seninle aydınlandık. Günlerce “
Senin Yerine Ağladım” Mutlaka dönmelisin. Yolun açık olsun.”
Kadının elini öptü. “Mutlaka döneceğim” dedi.
“Ne olur dön bize…”