Beklerken zaman ağır geçer. Yüreğine sanki büyük bir taş oturmuş da, altından kalkmaya çalışıyormuşsun gibi; önce bütün gücünle yüklenir, sonra yorulur vazgeçersin.
Bazı olayları, duyguları sadece yaşayanlar anlayabilir. Bilemeyene, görmemişse, duymamışa dert anlatmak zor!
Ayrılığın ardından dönüşüne bir süre vermiştim. İçindeyken çok ağır geçen şu vaktin, geçtikten sonra neden bu kadar hızlı gitmiş gibi hissettirdiğini açıklayacak bir bilim dalı var mıdır?
Sen gittiğinde ilkbahar yüzünü henüz göstermişti doğaya. Toprağın, çiçeğin, böceğin uyanışına ve içimizdeki yaşam enerjisine hiç yakışmamış olsa da gidişin, belki de ayrılığımızın sebebi mevsimdir diye düşünmüştüm. Öyle ya; tabiatın ruhunu ayağa kaldıran ilkbahar, senin içinde de yeni bir heyecanın hevesini başlatmış olabilirdi!
İlkbaharda giden, sonbaharda döner diye düşünmüş olmalıyım ki; Eylül’ü işaretlemiştim takvimde. Öyle uzak görünmüştü ki gözüme! Daha kaç ay vardı…..
İlk başta ben de gönlümü açan papatyalarla, birkaç zararsız ufak flörtle, güneşin doğuşunun güzelliğiyle oyaladım. Bol bol şiir yazdım, yürüyüş yaptım, temiz havayı çektim içime.
Sonra yaz geldi. Bir tatil telaşı sardı çevremdekileri. Herkesin nereye gideceğini bulmayı, gidenleri uğurlamayı, gelenleri karşılamayı görev edindim. Yazın İstanbul boşalıyor diye, ben bu şehirde nöbet tuttum. Gidilecek konserler, açık hava gösterileri, trafiksiz akşam gezmeleri, az insanlı Bağdat Caddesi, kalabalık olmayan Nişantaşı, rahat gezilebilen Ortaköy sokakları beni çekti. Ya da sadece senin gelme ihtimaline karşı, hiçbir yere gitmedim…
Bugün 21 Eylül! Ağaçlar artık yeşilden sarıya dönüyor. Güneş usul usul kaybolmaya meyilli, akşamları insan kısa kolla üşüyor. Okullar açıldı, herkes rutin hayata döndü. Birden fark ettim ki, sen hala yoksun…
İlkbaharla giden, sonbaharla döner değil mi? Benim de katılmam gerek yaşamın çarkına, o yüzden Eylül bitmeden gel! Ben her Eylül ayında senin dönmeni bekleyeceğim gizlice. Hangi yıl olursa olsun, sen yeter ki
Eylül bitmeden gel….